entry'ler (105)

sunshine

ilk gördüğüm günden beri sürekli artan bi* sayıdır bu hatun. ayrıca, alnına pet şişe fırlattığım günden beri de yegane oyuncağım. boş koltuğumun uyuyan ibret balinası, gördüğüm en bezgin ev sahibi * lakin, en muzur misafiri.
votkalı, mushroom'lu gecelerin devam edebilmesi için, bursa'da kalmasın diye büyü yaptırdığım; kötü filmi, izlenir; kötü müziği, dinlenir; kötü alkolü, içilir; kötü günü *, çekilir yapan sihirli odun parçam. 74* gün sonra bi* daha dokundurup şu bakışları bi* düzeltsin artık diye bekliyorum. *
ayrıca, senelerce hakkında söylemediğim tonla laf salatasını burada nakşetmeme rağmen eee ''özledim dememiş hıyar'' diyecek kadar doymak bilmez aç karının tekidir.*

gravity eyelids

in absentia albümünden bir porcupine tree güzelliği daha. steven wilson'ın sesine dumur olunmaması elde değil. vokal performansının, müziği ne denli sürüklediğine bir kanıt.
''give me a smile please'' kadar samimi bir sözü barındırması bile yeterken, fazlası için ancak eyvallah çekilebilir .

open your eyes now
hear me out before i lose my mind
i've been waiting for hours
let the salt flow, feel my coil unwind

give me a smile please
count the calm and watch my breathing slow
winding me up tease
get inside my head and make it show

gravity eyelids come down

touching your oil skin
slipping hands down past your waist to find
i've been waiting for hours
let the salt flow, feel my coil unwind
go to the edge swim
brown the eyes that sleep has rendered blind

heartattack in a layby

anahtar, bildiğin anahtar.
sonsuza kadar unutmak için kapadığınız tüm kapıları açıyor bu parça. hiç iyi değil, hele ki imkansızlığı ve hüznü ötekileştirmeye çalışanlardansanız sakın dinlemeyin. pt'nin insanlığa yaptığı en büyük kazıklardan biri bu; direk miğdeye oturuyor.(bu kadar acımasız olunmaz) ne kadar güzel olursa olsun dinlenmemeli. hatta bu uyarıyı bile unutun bence.

babylon ad

vin diesel hayranı olup sinema da göreceklere tavsiye: sakın, aman diyorum yapmayın bunu.

--spoiler--

film, vin diesel profiline uygun gayet cool başlıyor. hatta ne olduğunu anlayamadığınız bazı sahnelerle baya bi* beklentiye giriyorsunuz. klon kaplanlar, yıkıma uğramış sovyet topraklarını görünce kaçık bilim adamları ve doğa ana dünyaya bişi yaptı felan diye umuyoruz. lakin, film hiç bir konuyu çözümlemiyor. yani anlatılabilcek gibi bir şey de değil aslında. hani ''bu niye böyle'' diye sorucak olursanız emin olun işte o sorunun cevabı yok bu filmde. ne var peki?

-childrren of men benzeri yani orjinallik bulundurmayan ve hakkında bir nebze bile fikir sahibi olamayacağınız bir konuya sahip.

-uzay çağına girmiş new york'da taksilerin geçirdiği evrime karşın takip araçlarının hala 2008 model range rover olarak kalması güldürdü. ayrıca aksiyon sahneleri ortalama bir atv aksiyon filmi kadar bile değil.

-blade runner'dan olduğu gibi aşırılmış bir new york tasviri mevcut. gülmemek elde değil. ayrıca eski sovyet toprakları ne kadar cehennem ise usa, o zıtlıkta cennet olarak gösterilmiş. buna gülemedim bile.
işin kötüsü tüm bunların neden bu şekilde olduğunu asla anlatmıyor film.

filmin benim için en hoş yanı dövüş sahnelerinden birinde sepultura'dan dead embryonic cells* çalması oldu. kim nerden nostalji yapmış da koymuş bu parçayı bilemedim. bunu bile bilemedim.

yönetmen Mathieu Kassovitz, orjinali i6i dakika olmasına rağmen filmi, 90 dakikaya makaslayan fox için ne kadar ''herşeyi berbat ettiler'' dese de filmin 161 dakika da bile bişey verebileceğini sanmıyorum.

son olarak başta söylediğim gibi sakın sinemaya gidip izlemeyin bu film kimseyi tatmin edemez. dvd'de izleyecekler için de uncut versiyonunu beklemeleri, en azından konunun anlaşılabilmesi ve sinir stres sahibi olunmaması için doğru tercih olacaktır.

--spoiler--

breaking bad

arayıp da bulunamayan kan. eğlencesini bi* yana bırakıyorum absürd aksiyon kurgusu ve dizinin başlangıcı resmen kimyamı değiştirdi. malcolm in the middle'ın efsane babası, bryan cranstoncrystal meth üretirken görmek de varmış. hatta tv ekranında uyuşturucu imalatı izlemek kadar keyifli bişey yokmuş meğersem.
7 bölüm olan ilk sezon, e2'den izlenebilmekte. 13 bölüm olarak düşünülen ikinci sezonun ise ne zaman yayına gireceği henüz belli değilmiş.

konusu nedir diyenler için;

--spoiler--

sıradan bir aile babası ve kimya öğretmeni olan walter white, akciğer kanseri olduğunu öğrendiğinince pablo escobar'a dönüşür ve olaylar gelişir. daha ne olsun be!

--spoiler--

edit: sadece ilk bölüm ile değerlendirmek kesinlikle yanlış olur; yaşam dersi desek cuk oturur sanırım. ilk sezon itibariyle six feet under'dan sonra bu alanda izlediğim en iyi yapım.

the devil s advocate

modern dönemin ahlak anlayışını, tanrı olgusunu ve sistemi en iyi şekilde eleştiren film.

--spoiler--

Lomax*, içinde bulunduğu durumu anlayıp Milton* ile konuşmaya başladığı final bölümünde şunu sorar:

-Neden hukuk?(filmi tarihin başlangıcından, isa'dan ve tanrıdan, cennetten ve cehennemden sıyıran ve günümüze bağlayan
soru)

-Çünkü hukuk evlat, bizi her işe sokuyor.
Sahne arkası için en geçerli geçiş kartı.
Yeni ruhban sınıfı, bebeğim.
Hukuk okullarında, dünyada dolanan avukatların tümünden daha fazla öğrenci var, biliyor musun?
Dünyaya yayılıyoruz!

--spoiler--

bu diyalog, filmin neden avukat ve adalet metaphorlarını kullanarak bişeyleri anlatmaya çalıştığını oldukça iyi açıklıyor sanırım.

adalet kavramı doğduğu günden bu yana asla değişmedi. hakkaniyet ölçüsünün insan beyninde ve dogma tabanlı ahlak anlayışında değişmesi imkansızdır.(tabii ki milton kadar güce sahip olup onun kadar arkasında durabileceğiniz günahlara hükmetmiyorsanız.) ancak, adaletin her zaman doğru için kullanıldığını düşünmek saçmalıktır da. uygun ellerde ahlaki düzen değiştirilmeye müsaittir. ancak bu boşluk ile mevcut kuralların sorgulanmasına ve değiştirilmesine fırsat bulunulabilir. ve sonunda insan kendinden önce gelenlerin koyduğu yasaları mutasyona uğratarak kendi çemberi içinde rahat hareket edebileceği bir ortamı yaratabilir. zaten bunu başarmıştır da. çünkü kendi varlığı ve düşünce sistemi içindeki değişim kaçınılmaz olduğu sürece buna mecburdur. nasıl doğa yasalarının günümüz için de uygulanırlığı olmasına rağmen geçerliliği kalmadıysa, bir gün mevcut dini ve ahlaki kuralların da geçerliliğinin kalmaması olasıdır.

film, tanrı olgusunu ve insanı dibine vura vura irdelemekle kalmayıp din ve ahlak düzeniyle paralel seyreden ve dünyanın yeni dininin hukuk olduğunu ve onun nasılda değişmeye müsait olduğunu bizlere göstererek uçlarda geziniyor.

Andrew Neiderman bu romanı yazarken ne tip bir haz aldı bilmiyorum lakin ben alpaçino'nun yerinde olup milton karakterini canlandırma şansına sahip olsaydım ağzım köpürerek nirvanaya koşardım sanırım. böyle bir filmin ve anlatımın yapılabilmesi bile insan zekasının ve anlayış gücünün ne denli harika yönleri olduğunu gösteriyor.

ha bir de şunu söylemeden geçmiyim; ben olsam o kadar laga luga yapmadan other side'a geçmiştim çoktan. denyo kafasına sıktı. hasta mıdır nedir çocuk?

anesthetize

17,43; uzun. yaşlı biri hikaye anlatır gibi. ama steven wilson ''Its all in me, all in you'' derken aynı zamanda hasta bi* aşık gibi de. karışık.

''Only eMpTV, cult philosophy'' diye gönderdikten sonra mesajı, arkasına gelen ezgi de dopamin gibi seratoninin titreşimsel hali gibi. duygulu mu deniyor ondan.

aynı zamanda piç gibi de bırakıyor biterken, düşürüyor. trip gibi. pili bitirip, nöron temizliyor ama güzel işte. anestezi gibi.

timothy leary

beat generation'ın öncülerinden, lsd peygamberi olarak tanınan sahsiyet.

harward'da öğretmenlik yaptığı sıralarda, öğrencileriyle birlikte sürdürdüğü psychodelic lsd deneyimleri sonucu görevinden uzaklaştırılmıştır. zamanı için abd gençliğinin ve patlayan hippi akımının öncülüğünü yapan zat-i muhteremlerden biridir. nixon* tarafından hain ilan edilecek kadar can sıkıcı olan, uyuşturucu bulundurmaktan hapse girmesine rağmen müridleri tarafından kaçırılan, yaptıkları ve söyledikleriyle bir dönemin gidişatını ve amerikan gençliğini etkilemiş şukela bir şahsiyettir.

1996 yılında prostat kanseri nedeniyle ölmüştür.

geriye kalan, uyuşturucu deneyimlerini ve onlara bağlı olarak farkedebildiği, insanın ve yaşamın gizli yönlerini anlattığı sıradışı eserleri şunlardır;

psychedelic review
psychedelic prayers after the tao the ching
the psychology of pleasure
politics of ecstasy
turn on, tune in, drop out
your brain is god

converting vegetarians

albümü özellikle the other side kısmı nedeniyle elektronic müzik içerisinde nereye koyabileceğimi tam olarak anlayabilmiş değilim. sanırım kendilerinin bu konudaki görüşlerine uyup, yeni bi* başlangıç noktası olarak görmekten başka bi* şansım kalmıyor.

2003 senesine kadar psy trance içine alabileceğimiz harika 3 albüm verdikten sonra orjinal parçadan da anlaşılabileceği üzere ''this is the time of the revolution'' deklerasyonunu vererek kendilerine benzeyenlerden bariz uzaklaştıkları ve gelecekte de benzerinin verilemediği(henüz) mind fucker mertebesine ulaşmış şu albümü benim gibi elektronik müzikten bi haber yaşayan metalcilere verebilmişlerdi.

birbirleriyle tanıştıkları yılı bir milad alarak(minding the gap since 1996), yaratmayı istedikleri müziğin yokluğundan kaynaklanan boşluğun psy trance içerisinde gerçekleştirdikleri devrim ile dolmaya başladığını ve bu albümden sonra da infected mushroom evriminin diğer safhalarına geçileceğini(cooking the next step *)anlatmışlardı. zaten sözlerinde de durdular; vicious delicious albümü ile geldikleri yeri ve daha sonrasını yapılagelmiş en yaratıcı müzikal deneyim olarak görüyorum.*
trance müziğin yıpratıcı bir yan etkisi olan yalnızlığı ve karanlığını bence dağıtabilen tek grup i.m.dur ve bunu yapmayı başardıkları albümde converting vegetarians'tır.

iyi icra edilen her türde müziği başarılı bulup dinleyebilirim lakin, şu albümün the other side kısmı gibi insanın müzikal beğenilerini değiştiren ve müzikten yeniden zevk alabilmesini sağlayan, farklı bi* şeye rastlamadım. benim gibi bir çok metalkafayı(yani dönüşmek için bekleyen: vegetarian) ''ben elektronik müzik dinleyemem'' diyen bir dolu malı tutup etobur mahlukatlara dönüştürebildiler. timothy leary göndermeli drop out, sonrasında sayısız farklı tarzda sunulabilmiş i wish ve Michele Adamson gibi bir vokalistin eşsiz sözlerle büyülediği blink gibi parçaları dinleyip downbeat tempo ile psy trance'in rock müzik kulvarında da mükemmel ilerleyebileceğini gösterebilen bir grubun elinden kanı üzerinde duran eti yememek olmazdı. her vejetaryenin tabağına bırakılması gerekiyor. zevk, renk olayı demiyorum i.m. sevmeyen ölsün.*
CD1 - Trance Side

1 Albibeno 7:01
2 Hush Mail 6:58
3 Apogiffa Night 8:05
4 Song Pong 8:33
5 Chaplin 6:52
6 Echonomix 7:39
7 Scorpion Frog 7:55
8 Deeply Disturbed 8:24
9 Semi Nice 6:06
10 Yanko Pitch 8:12

CD2 - The Other Side

1 Converting Vegetarians 5:39
2 Elation Station 5:35
3 Drop Out 5:14
4 Avratz 10:23
5 Blink 5:32
6 Shakawkaw 4:08
7 Pletzturra 6:44
8 I Wish 3:00
9 Ballerium 7:17
10 Selecta 5:21
11 Illuminaughty 4:50
12 Jeenge 7:02
13 Elevation 5:16

the mind s i

d.t.'yi benim gibi the gallery'den önce the mind's i ile tanıyanlar için sanırım daha da özel bir albüm olması kaçınılmaz oluyormuş. tdk boş kasede çekip, walkman'e tutkalla yapıştırdığım günleri anımsadığımda aklımda kalan tek şey ''heyydon heydonn hedon'' diye sol kulaktan, sağa geçen bir kaç fısıltı ve o güne dek dinlememiş olduğum bir müziğin ve melodinin fazla karizmatik ve öğretici yanıydı. kendi adıma söyleyebilirim ki, felsefe denen şeyi platon, nietsche yada sartre'den değil de niklas sundin ve mikael stanne'dan tecrübe etmek çok daha keyifliydi. fonda ilk kez duyulan bi* garip melodilerin eşliğinde sunulan bir dersti bu. 46 dakikalık süresi boyunca daha önce de yürüdüğünüz bir yere doğru yürüyerek dinleyin; oraya vardığınızda aslında daha önce aynı yerde hiç olmadığınızı haykırma gibi bir yan etkisi olduğu görülmüştür.

şimdi kalkıp bu albümü mevcut d.t. başyapıtları içinde bir yere sokmaya çalışırken niteleyeceğim, projector ve the gallery için sarfettiğim mantığa uygun gelen ''eşsizlik'' sıfatını, ilk gözağrısı olmanın verdiği bağlılıkla amacının dışında, tanımlamak için değil de duygusallıkla karıştırabilirim mi?'' diye endişe ediyorum. bu yüzden de the gallery ile projector arasında tam ortaya koyuyorum; sağa sola kaydırıyorum. lakin, önlerine de geçiremiyorum. iki nokta arasında gezinen bir bilye olarak kalması, kronik açıdan da duygusal açıdan da doğru olacak sanırım.

the gallery'de ve the mind's i'da döktüren vokalistimiz sara svensson ve gitarist Fredrik Johansson'u bu albümden sonra dinleyebilme fırsatımız olmadı. Johansson, gitarı Martin Henriksson'a bırakmıştı. the gallery'den projector'e gelene dek grup zaten gitar tonlarını yavaş yavaş ağırlaştırmıştı bu yüzden gitar saundu olarak bi* değişiklik olduğunu söylemek zor olur. ama o bildik d.t. saundunun the gallery'den farklı olarak oturduğu albüm de the mind's i'dır.

ayrıca parçaları konusunda d.t'nin kendine has bir özelliği vardır benim için . bir punsih my heaven, the emptiness from which i fed yada lethe diyince ben the gallery ile farklı bir d.t. algılarım. auctioned, day to end yada there in ise mevzu(ki derindir harbiden mevzu) başka bir albümünün bana çağrıştırmadığı bir d.t. söz konusudur. bu benim için bu albümde de geçerli damage done'da da. lakin, diğerleri için kimse kusura bakmasın böyle bir ayrım yapamıyorum.

müzikal değişikliklerin kritiğini yapmayı, albümü bi yere koymayı felan bi* yere bırakırsak; yeni dönemde gelen character ve fiction albümlerinin manyağı olan arkadaşların the mind's i gibi gerçekten dopdolu (ki bana göre felsefi yönden the gallery ve projector'den daha karmaşıktır) bir albümü dinlerken karşılaşacakları stanne vokallerini ve nispeten kirli saundunu yadırgamalarını normal karşılayabilirim. sonuçta ben ve benim gibiler d.t. yi sert melonkolikliğinin yanında bambaşka bir şey ile seviyoruz. bilmiyorum bi* şey vardı fazladan ruha değen. belki de bizim gibi dinazorların müzikten inanılmaz zevk aldığı bir dönemde sunulmasından dolayı ve kendi adıma artık o hazzı alamamamın verdiği eksiklik yüzünden bu haldeyim de bu grubu ne yapsa eskiler kadar mükemmel bulamıyorum; bilemedim. zaten aldım yürüdüm infected mushroom fanı oldum çıktım da. ama ne zaman hedon, tidal tantrum, zodijackyl light, the mind's eye, insanity's crescendo yada constant dinlese şu kulaklar dikilir, astrale bağlanan beden metafiziğin ve günlük dünyanın arasında bi* yerden gelen melodilere bağlanır. ortamda hedon çalarken kafa kıyak ağlayarak kafa salladığım caravan yıllarından geriye bi* şey kalmadı. ben daha bi* hedonist daha bi* nihilist oldum; bu adamlar daha bir ünlü daha bir mükemmel çalmaya başladılar; dünya değişti be diil mi?
son olarak şunu söylemeliyim ki bu grubun bütün görüntülerini silin atın kafanızdan ve hedon klibini açın bakın bakalım yeryüzünde hangi filozof ve rockstar bu denli karizma olabilmeyi becermiş? sanki başka bir tanrının başka bir oyununda olduğumuzu söyleyen ulakları gibi diiller mi? *

the emptiness from which i fed

the gallery gibi anlatması pek mümkün olmayan bi* albümünde, bir sıralamaya sokmak istemesem de punish my heaven ile birlikte dark tranquillty'i en iyi tanımlayan parça bu sanırım.
aslında pek parça demeye de dilim varmıyor bir nevi edebi eser(sessiz bir hiçlik üzerine). kafa karıştırıyor, aptal ediyor. üstelik bu adamlar bu ve bunun gibi bir çoğunu daha yolun başındayken(yaşlar 20 civarı) verdiler. ne diyim bırakıyorum müzikal kaliteyi, felsefi yönden gelişmişlikleri karşısında yamulmamak pek olası değil.

albümü artık senede bir iki kere dinleyen biri olarak söyeleyebilirim ki her dinleyişte 3.41 den sonrasında kendimi kaybediyorum, salya sümük ''what can be extracted from nothing? what can be found within the emptiness?'' diye sora sora deli gibi dolanıyorum odada. başıma bi*şey gelecek diye korkar oldum.

calculating infinity

metal olayını yedim bitirdim mi diyorsunuz?

duyduğunuz ritimler artık tat vermiyor mu?
çılgınlığın sınırlarında dolaştığınız günler geçeli çok mu oldu?

yetenek nedir tanımını yapın desem verebileceğiniz isimlere gülerim, ''ben müzik yapıyorum bilader diyenin dinlememesi gereken türden bir albüm bu'' desem zerre abartmam.
kafanızdan bir sayı tutun, unutun ve 12 sene sonra o sayıyı yeniden hatırlamaya çalışın. saçma mı oldu? bu albüm de saçma işte. yoruyor, anlayamıyorsunuz, zaten bi daha da böyle bi* albüm yapılmadı.

ahh o weekend sex change! peki ya 43 percent burnt ? başım düşüyor, hatırladıkça nöronlarım yanıyor hala.

apocalypse now

8.6 imdb puanı, onca gaz yorum ve elde bulunan 202 dakikalık Redux version'u sonrası abartılası bi* tarafını göremediğim film.*
çekildiği 1979 yılı için görüntüler ve ışık kullanımı oldukça başarılı, cast desen uçmuş, yönetmen psychedelic takılmış, günümüz için de geçerliliği olan amerikan politikalarına, hatta bireye inerek amerikan insanının ahlaki yönden çöküşüne bi dolu giydirilmiş. filmin felsefi yönü ve eleştirel yapısı baz alınırsa yetersiz bulmak imkansız. ancak savaş sonrası*, amerikan toplumu ve diğer milletlerce henüz yeni yeni kavranabilen amerikan iki yüzlülüğünün doğru aktarımına ve harcanan emeğe rağmen mükemmel olmaktan uzak kılan bazı detayları olduğunu görmemek yanlış olacaktır.

hikaye örgüsünde eğreti duran kısımlar için;

--spoiler--

öncelikle Colonel Walter E. Kurtz karakteri, doğu mistisizminden ve ahlaki temasından totalde iki senelik süre zarfında o biçim etkilenerek kendini, ne bok olduğunu bilmediğim (kamboçyalı değil, kuzey yada güney vietnamlı da değil) ne diye orda yaşadıklarını en az o gerzekalı fransız sülalesi(böyle mallık az bulunur) kadar anlayamayacağım, toplasan 2000 kişilik primitive insan topluluğuna(ordu felan göremedim ben) tanrı tayin etmiş. ancak bunu nasıl becermiş bilen yok. bu yamyamların da soluk benize takıntısı olsa gerek diye düşünmemek elde değil. bunları geçtim algı bozukluğum nüks etmediyse eğer film kafayı sıyırmış bir askerin gizemli ve zor olan bir göreve gönderilmesini işliyordu. yamulmuyorsam ismi colby olan birini, bizim dengesizden önce yollayıp kurtz'a mürid olarak kaptırmış olan sam amca çok şakacı olmalı ki başına büyük bela olmuş bir albayından kurtulmak için nerede bir denyo var onu bulup ''sen bu işi yaparsın, yapmalısın'' gazlarıyla peşine yolluyor. afedersiniz ama ben çok daha iyi delta operasyonları izledim show tv'de. bir assassin lazım geliyorsa tercihim kafayı yemiş bir subay yerine sniper'dan Tom Berenger gibin bir adam olurdu kesinlikle.

lakin, lakayt comander havalarının kol*gezdiği yemek sohbetlerinin vazgeçilmez geyiği olan, top secret duty temasına uygun olarak eror vermiş bir subayı seçtiler; anlamak biraz güç. madem çok mühim bi*şey bu albayı öldürmek ve gurur meselesi yaptınız Bill Kilgore abime yeni bir surf tahtası verin ortamın beş dakkada mına koysun. hatta ormana bir de golf sahası açar sizin için, napalm kokusunun burnunuzda tüteceği. o yerliler kurtz'a tapıyorlarsa kilgor'a domalırlar zaten oracıkta.

--spoiler--

bir de oyunculuğuyla döktürdüğü dilllere dolanan Marlon Brando'nun film boyunca bırakın mimiğini felan, deforme olmuş suratı iyice gözükmesin endişesi ile bir kare hariç yüzünü bile tam göremedik. totalde 8 sahnelik performansı ve 3 dakikayı geçmeyen diyalogları ile sadece yerlilerin değil fanlarının da ona köle olduklarını anlamamdan başka bişeye yaramadı varlığı. 14 ay süren çekimler boyunca canının sıkıldığına eminim.

martin sheen ise karakteri ne verdiyse onu oynamış. donuk bir sosyopatı ve erdemli bir insanı canlandırırken kafası kıyak olduğu için doğaçlama yaptığı ebleh dans figürleri sanırım tek yaratıcılığıydı. abartılası neyi var bilemedim. bilen varsa anlatsın bi zahmet, okurum. gari sabahtan beri 3 saati geçen filmi izledim, 5 saat yorum okudum bi numarasına rastlayamadım. filmin en tatlı getirisi çekim aşamasında coppola'nın arıza yönetmen tavırlarını öğrenmek oldu. bir de redux sürümünde daha fazla sahnesi olan kilgor manyağının über eğlenceli dünyası.

uzun lafın kısası, filmin felsefesini anlayamamak ve anlatılmak isteneni görmemek densizlik olur. lakin coppola'ya yada brando'ya hayranlık duyuyoruz diye yetersiz ve saçma hikaye örgüsünü görmezden gelerek; filmi kült mertebesine çıkarmak için izlenen yol tapınmaksa bu isimlere, işte buna necmettin erbakan tandansı yakalayan ağzımla ''hadi ordan'' derim.

son olarak 'savaş filmi nedir' (vietnam altbaşlığında) hatta abarıp 'hayvanlık nedir' diye aranıyorsam Platoon; kimseler beğenmese de assassin istiyorsam sniper izlerim. psy takılıp piskolojisine erişicem diyorsam da full metal jacket koyarım sepetime. apocalypse now'ı da saydığım bu filmler gibi beni etkilemekten uzak olanların arkasına bi yere yerleştiririm. kült film demem, diyemem bu filme.*

les invasions barbares

bir çatışma mı yoksa bir bütünleşme olarak mı tanımlanmalı bilemiyorum lakin, film izlediklerim arasında sanırım en dolu olanıydı. etkileyici bir entellektüelliği, mükemmel bir anlamsızlığı barındırıyor.
yüzyılları, ideolojileri, değişimi; aile ve dostluk bağlarının, sevginin ve arayışın altına gizlenmiş. samanlıkta iğne de aratmıyor aslında. incelenen dönemlerle biraz alakalıysanız göndermeleri yakalarken aldığınız zevk tavan yapıyor zaten. 60'lar hümanislerinin günümüzün krallığını oluşturan gerçeklere aykırı yaşamı ve görüşlerinin bugün için nasıl da geçersiz kılındığı ortaya seriliyor; hüzün basıyor.
sapına kadar sosyalist bir babanın kendi yaşamını yüceltmek için kullandığı bireyselliği ve pozitif bencilliği yüzünden emperyal düzenin bir ferdi olmuş oğluyla olan ilişkisi, her iki ideolojinin de birbirleri üzerinde olan etkilerini gösterebiliyor oluşuyla da oldukça ilginçti.

remy'nin sonuna koştuğu anlarında bakıyoruz ki elinde kalan tek şey özlediği yaşamına ait olan anılar ve bu anıları canlı tutan dostlarıydı. deneyimlerle dolu harika bir yaşamın bile sona ererken bocalayışını, ulaşılabilecek yegane gerçeğin ise kurulan bağlarımız ile bir şey ifade edebileceğini haykırıyor film.

ne kadar çabalarsak çabalayalım ne olmaya çalışırsak olalım istilaya uğruyor ve değişiyor doğrular. ama hatalar da değişiyor aynı zamanda. inanılan doğruların başarısızlığı görülebilir olduğunda yapılan hatalar da değişime uğruyor ve birer doğru haline gelebiliyorlar. zaten insanın karakterini şekillendiren; diğer insanlarla iletişim biçimini belirleyen ve sona ulaştığımızda elimizde kalan gerçekleri gösteren, aslında hatalarımız değil midir? iki kuşak arasındaki farklılıklar eriyor; zıt gibi gözüken düşünceler arasındaki görülemeyen bağlar ortaya çıkabiliyor; dengeye erişiyor sonunda.
devletler, toplumlar, ve nihayet bireyler yavaş yavaş yanlışlarıyla ve kendilerini kabul edişleriyle bir bütünleşmeye varabilecekler. lakin bunun olabilmesi için hep bir çatışmaya ve baskın tarafın istilasına ihtiyaç duyulacak. kendimizden farklı olarak gördüğümüz şeylerin üzerimizde etkili olmaya başlamasını barbarlık olarak görüyoruz ve bu barbarlık asla son bulmayacak olan bir değişimin temsilcisi oluyor.

filmi, ister bir melodram olarak, isterseniz verdiği harika mesajlarla ideoloji provakatörü olarak izleyin tatmin olmamak imkansız. babanızla yada ailenizden birileriyle anlatılana benzer şekilde ayrı dünyalara sahipseniz kendinizden bi*şeyler buldukça daha da güzelleşiyor. zıt olarak görünenlerin bütünleşebildiğini görmek haz veriyor. ve nihayet ''o ne güzel bir yaşam ve ölümdür remy!'' dedirtiyorsa bu film gerçekten size hitap etmiştir.

remy karakterine ve hertürlü -izm olmayı becermiş kendi gibi özel arkadaşlara sahip olmak gerçekten imtiyaz olurdu yaşamda. ideolojilerini aktarmak ve baskın kılmakta kendilerince * başarısız da olsalar; remy sonuna yaklaşırken çaresizliği hissettiğinde ''bu duyguyu anlayamıyorum araştırmam lazım'' diye kendini de yese, sonunda yaşamına yakışır bir biçimde ipler kendi elinde olarak, çaresizliği yenerek gidebildi*.
yaşamda bizi yönlendiren o büyük ideolojilerin çarpışması ve çıkan kıvılcımların sonunda başka bir istilaya sebep olduğunu göstermesi yönünden film kült olmayı fazlasıyla haketmiş.

2003 yılı en iyi yabancı film ödülünü de alan film realitenin dibine vurmuş. yaşamı dolduran şeylerin ölüme olan etkilerini gözümüze sokabilmiştir. neresinden bakarsanız bakın farklı bir şeyler bulup anlatmaya çalışmak mümkün. defalarca izlenesi bir film. etkliyor izleyiciyi. hem duygulara hem düşüncelere tokat atıyor, işe yarayıp dişe dokunanlardan.

bar manyakları

mekan isminin önemli olması dolayısıyla veriyorum: dorock bar/taksim

uzun bi süredir ortama çıkamayıp neler olup bitiyor bi bakayım diyerek, cumartesi gecesi ateşinden çekinilmesine rağmen gidilmiştir yine de. demirbaş modunda sürekli orda olan bir kaç arkadaş ile muhabbet etmeye çalışırken, bir yandan da kalabalıkta uygun bir yer bulmaya çalışırken koluma, götüme çarparak geçen tiplere küfür ederek zaman geçiriyordum.

garson kontenjanı sayesinde bulabildiğimiz masanın alınan darbelerce daha ne kadar devrilmeden duracağı geyik konusuydu. ortamı bilen bilir, cumartesi gecesi ter akar lanet yerden, olmadı bira dökülür yine ıslanır bedenler bi* şekilde. insanlar vıcık vıcık olan bedenlerini tam ortada duran masanın kenarına konuşlanmış olan vücudumun muhtelif yerlerine sürte sürte geçip duruyorlardı. neyse ki alışığım bu duruma lakin artık iyiden iyiye kıllanmış durumdayım insan teninden. zaten patlıyorum sıkıntıdan ''çıkıyım karavan daha az kalabalıktır'' diye düşünürken, yaşamım boyunca karşılaşmadığım bir harekete maruz kaldım. bir çift el, kepçe kulaklarımı ve kabarık saçımı aşarak önce gözlerimi kapadı sonrada ağzımı penetre etmeye yeltendi. aklımdan ilk okul yıllarıma denk düşen bu güzide espriyi yapabilecek samimiyette olduğum insanları geçiriyordum lakin hiçbirini orda hayal edemiyorum. merak oluştu haliyle ancak fena bi durum var ortada.
lanet olsun eller anason kokuyor buram buram. hızını alamayıp ağzıma girmeye çalışan son parmağı da çıkarıyorum hemen. ananın .mı diyerek dönüyorum bir çırpıda. karşımda paris hilton şapkası ve kemeri olan bir hatun. ne alaka noluyoz diyemeden bi*şeyler söylemeye çalışarak aynı anda yüzüme geğiriyordu şimdi de. bense aradan bi kaç kelime seçmeye çalışıyordum. yahu bu koku da nedir be kızım diyerek kafamı biraz geriye çekebildim. o sırada çalmakta olan manowar'dan daha beter bi vokal performansının dinleyicisi durumdayımdım. bi kaç tekrar sonrası anlıyorum ki ''your heyır so nayss!'' diyerek yazılıyor bana. daha what the hell is going on diyemeden nereden geldiğini sorma gafletine nasıl düştüm bilmiyorum. morocco cevabıyla birlikte, yandan bombeleri olan paris çakması bu faslı kızımız boynuma dolanıverdi. kafası dümdüz kızın. ağzıma giren o parmak, gözüme giren o tırnak ve burnumun direğini kıran koku triosu one night stand'e çoktan engel teşkil etmiş durumdayken bir de sarhoş olması iyiden iyiye atmosferi gerdi. kafası kıyak niyeti saf da olsa hatun kendimi tutamayıp, yan masada oturan kankalarının yanına kadar izmir marşı ile sıpırttım. lakin taciz bitmiyordu. bir iki kıvrak vücut hareketiyle sıyrılmama rağmen kaçamıyordum bi türlü bu manyaktan.

heavy metal çalmasının verdiği rahatlıkla belimden tutup dans etmeye çalışmasıyla daha bi* feleğim şaştı. gözüne fener çakılmış tavşana döndüm. ben ki kafa sallamayı stajyer metalcilik günlerime göüp en fazla hayali davul partisyonları hayali gitar soloları ile atraksiyon yaparken birden kendimi evleniyorum sandım. yardım isteme zamanıydı;

-melih!(arkadaş)el at bi, ayır beni şundan!!
-tamam.

demesiyle birlikte, elini tuttuğu hatun, diğer elini omzuma dayayıp nasıl yaptığını çözemediğim bir hamle ile 1 metrelik masaya çıkmıştı. çok sevgili vendetta'nın da belirttiği manyak profiline uygun olarak, manowar'la göbek atıyor, mevlana yapıyor, gerdan kırıyordu şimdi de. mekan ismi vermemin sebeni anlamışsınızdır artık. ortam dorock, düğün salonu değil ki be canım. bir suskunluk oldu önce sonra tüm gözler masaya döndü. hatun eğilip rastalarımı çekiştirirken ''bir beşlik yapıştırsam mı'' diye düşünüyorum ben de. nihayet indirdik yalvar yakar. arkın birasını pantolonuma boca etmeseydi aslında daha fazla durabilirdi. masa olarak kıza bir tavrımız olmasa da dökülen bira yüzünden kızı tutup duvara vururcasına bi* kez daha kanka kucağına yolladım. sinirle tuvalete çıktığım da ise artık barda sapkın bir ortamın oluştuğunu farketmiştim.

tanımadığım, zibidiler, pisuvara işerken ''hacı niye götürmedin karıyı valla süperdi ha'' muhabbeti yapmaya başlamışlardı. ellerinin şeylerinde olması mevzuyu iyice derin bir duruma sürüklüyordu. kimisi arkadan omzuma dokunup ''feciymiş hacı niye tersledin? valla çakımlıktı'' diye çanak tutuyordu pisuvardakilere.

''eeehh mal orda olum. çok istiyosan git sen çak'' diyip kurtuldum derken aslında yanlış bir icazet verdiğimi fark edememiştim. dangalak karı yüzüne benim masa kabeye döndü 5 dakkada. abazan akbabalar üşüşüp masayı tavaf ediyordu. sirkulasyon giderek artıyordu. kimisi birasını koydu, kimisi terini sildi, şeyini sürttürdü. bana o gece sürtüldüğü kadar nineme sürtülse o yaşta hamile kalırdı sanırım. tüm itiş kakışa, konser performansım ile cevap vermeye çalışmama rağmen masa nihayet abazan tipler tarafından ele geçirilmişti. kısa bir süre sonra, elde bira, üzerimde bilimum insan salgısı, suratta ''bu ne mına koyimm'' ifadesi ile hepimiz farklı bir köşeye çekilmiş, birbirimize bile ulaşamıyor vaziyetteydik.

faslı hatunu en son gördüğümde, bana ''neden ters yaptın abi ablaya'' diyen heriflerden birinin omuzunda helikopter pozisyonunda kafa sallıyordu. ayağını masamı gasp etmiş denyolardan birine vurduğun da biraz rahatlasam da çılgın atarak işemeye çıktım.

tuvalaet kapısında,

- hacım nasıl götürdüm ama karıyı!

- sorma fena bi hatun, tam iş görmelik, çatur çutur!

diyalogları dönerken, eleman beni gördü ve,

- moruk ayıp etmedim değil mi?

- fas'tan annem gelse çakarım bilader ne ayıbı!!?
diyerek çıkıp caravan'a kadar koştuğumu hatırlıyorum.

gece duşta temizlenirken çok keskin olmayan burnumun artık Jean Baptiste Grenouille vari bir performans sergilediğini farketmiştim.

''sinir mi, stress mi'' diye sordum kendime ve manyak götverenler diye cevapladım.

william seward burroughs

(bkz: william burroughs)

what s eating gilbert grape

öyle sanıyorum ki film çekilirken, diğer oyuncular leonardo di caprio'nun performansını izleyip kafayı sıyırmış olmalılar. bu adamın böyle zor bir karakteri nasıl bu kadar iyi canlandırdığını bilemiyorum. otistik olması muhtemel; dolayısıyla kendinden önce arnie'ye yakın bi* karakteri rain man'de canlandıran Dustin Hoffman'dan başka örnek alabileceği kimse olmadığına göre ancak gerçek hastaları izleyerek bu performansı çıkardığını düşünüyorum. mimikleri, sesi, vücut hareketleri vs. o denli başarılı ki bin tane otistik içinden ayrılır ''en otistiği'' bu denirdi kesinlikle. di caprio'nun oyunculuğunu eleştirenlerin bu filmi izledikten sonra fikirlerinin hala sabit kalması imkansız. johnny depp, donuk mizaçlı karakterini harika canlandırmasına rağmen, beraber oynadıkları tüm sahnelerde gözler hep arnie'nin üzerinde oluyor. gerçe filmin başında di caprio'nun, depp'in başrol oynadığı yıllarda sümüklü bir velet olduğunu düşünmedim değil. lakin adam bana böyle de yalattı işte kendini.

filmin bir diğer farkı ise, anne karakterini canlandıran Darlene Cates'in gerçek yaşamını oldukça merak ettiriyor oluşu. bilemiyorum, o kilo ile insanlarla normal bir iletişim kurmayı başarmak imkansız olmalı. muhakkak ki kendiyle barışıktır lakin, gerçekten belirgin fiziki zaaflerı olan bir oyuncunun, canlandırdığı karakterde bu eksikliklerinin yeniden yüzüne vurulması daima garip bir direnci de gerektiriyor olmalı diye düşünüyorum. ne bileyim zor şey gerçekten çirkin olup çirkini, bir sakat olup sakatı canlandırmak. belki de çoğu insanın üstesinden gelemediği şeyleri yenmiş olmaları zaten onları başarıya götüren özellikleri. onlara bakınca güçlü olmanın aslında başka bir şey olduğunu anlamak mümkün.

bundan sonrası;

--spoiler--

film, konusu ve işlenişiyle içinden ne çekip çıkarmak isterseniz onu veriyor sanki. aile filmi olmakla beraber çekip gitme hissiyatının bu kadar hoş anlatıldığı pek fazla örnek de yok gibi. biliyoruz ki amerika'nın küçük kasabalarında tek bir hissiyat vardır gençleri motive eden: o da, büyük şehire gidip maceraya atılma isteğidir. zaten film boyunca babasının çekip gittiği gibi gitmesini bekliyor annesi gilbert'in. lakin herif ailesine ve nasıl katlanılacağını empati kurarak tahmin edemediğim arnie'ye sonuna kadar bağlı kalabildi. ne diyim öyle böyle bir kardeşlik bağı tasviri değildi. tüm bu sorumluluk yüzünden kendi yaşamını hakkıyla yaşama fırsatı bulamayan birinin, sonunda istediğini almasıyla da sevindiriyor. kötü bir son beklerken leziz bir ters köşe de yapıyor izleyiciye.

annelerinin bedeninin insanlara geyik malzmesi olmasını kendilerine yedirememeleri yüzünden evlerini yakmakları filmin sanırım en hoş sahnesiydi. başta tuhaf geliyor, çözüm yolu arıyor izleyen, ''neden koca evi yaktınız'' diye düşünüyor. amm filmin sonunda anlıyoruz ki o ev yanmalı ki gilbert ve kardeşleri herşeyi hakkıyla geride bırakıp önlerinde duran geliceklerine koşabilsinler.

--spoiler--

ayrıca filmin en hoş özelliği bu kadar içli köfte bir konuyu duygu sömürüsüne başvurmadan dozunda tutabilmesiydi. di caprio ve depp'e ek olarak juliette lewis'in de oyunculuklarının henüz başında dahi çok iyi filmlerde oynadıklarının bir kanıtı diyebilirim bu film için. elimde olmasına rağmen çok geç izlediğime pişman oldum, farklı ve iyi bir film arıyanlara ilaç gibi gelecek üzüm gibi bi* şeymiş meğersem.

what i ve become

ashes of the wake albümünden manyak bi* lamb of god parçası.
chris adler'in sapkın davulları ve randy blythe'ın deli vokalleriyle provoke edilmeyi garantiler.*
Blank stares from broken men
So withered from the poisons
they can't remember when
There were once honest reasons.
It's all the lie,
it died a hundred thousand miles ago.
Pretending I'm still here

Justifiy what I've become,
sanctify what I've become

Amazing disgrace.. (how) sweet the sound
that saved a wretch like me.
Better lost if this is found,
best blinded never to see.
The race to save face,
nothing now is what we meant it to be.
Pretending I'm still here.

It's a system now,
intertwined.
Take your place in the line
to be ground by the gears of the masterpiece.
Betrayal.

Justifiy what I've become,
sanctify what I've become

Suffered consequence
It's been so long
since any piece of this made any kind of sense.
You anoint the king,
I'll burn everything down to ashes.
You giveth, I taketh away.
You giveth, I taketh away.

It's a system now,
intertwined.
Take your place in the line
to be ground by the gears of the masterpiece.
Betrayal.

randy blythe

(bkz: randall blythe)

remorse is for the dead

ashes of the wake albümünden, hem gaz, hem de sakin olmayı başarabilmiş harika lamb of god parçası. durduk yere kafa yapanlardan.
''Pile it higher and higher - Light the match, start the fire'' kısımında randy'nin vokali uçurmuyor mu? laf eden taş olur diyorum.

kalan sözleri,

The dirty lord of the manor surveys his filthy domain
Too many nights raising hell worked a
little all too well
Constructed a monument to denial and excess
Sunk so low, crawled so far back theres nowhere
left to regress
If these walls could talk, they would tell
a horror story
Never-ending winter, violence and infidelity
Shadows fall through broken panes
Careless words that are filled with hate
Just enough to keep it together, never enough
to make it work
All the tongues here are forked
We are a hailstorm of broken glass, follow the
path of least expectance

A huge stinking pile of sick, pile it higher and
higher
Light the match, start the fire
Level this place and take us with it
Surroundings are irate. Crack of dawn brings
naught but pain
Resentment steadily grows
Laughing in the gallows
Full throttle determeined to fail, pedal to the
metal asleep at the wheel
We are the lucky ones, welcome home

Pile it higher and higher
Light the match, start the fire
Level this place and take us with it

Poisoned nerves and a bloody antidote
Violence is not an abberration, Its a rule
Dying beyond the pale
Your beatings will continue until my morale improves
I dont hate you, Im just removing an enemy
Remorse is for the dead, Im just removing an enemy
Remorse is for the dead, my enemy
Remorse is for the dead